Günün moda işi gibi her genç kız bisküvi fabrikalarına girmekle çalışmakla meşguldü. Onun annesi de teyzesi de Karaman kırsalında birden bire ortaya çıkan bisküvi fabrikalarında çalışmış çalışkanlığı ile nam salmıştı. Kendisini çocuklarını dahi beslediği bu fabrikada şimdi de kızı gelmiş çalışıyordu.
Onun annesi teyzesi de belki bisküvi fırınları arasında bedenlerini bir at gibi koşturmuşlardı, pek çok kez de omuz omuz birlikte sıra kesmişlerdi. Sonrada işlerinden kazandıklarını bir edip hep birlikte çorbaya kaşık sallamışlardı. Şimdi kendisi ne yapacaktı? O da tıpkı annesi ve teyzesinin yaptığını yapacaktı. Kendisi on yedi yaşındaydı. Gençti. Bu yüzden atalarının gittiği yoldan gidiyor fakat daha hızlı işi öğreniyor. Kollarını daha hızlı sallıyor. Bisküviyi sıralarını adeta yalıyor yutuyor. Tıpkı iple keser gibi fırın ile makinanın arasını yarıyordu. Her bir bisküvi onun elinde bitiyor. Bisküvi yetişmiyor az duruyor tekrar sıranın kendi önüne gelmesini bekliyor. Tekrar hızla elini kolunu sıralara doğru sallıyor. Birinin bu kızı durdurması gerek. Yoksa ulaşılması zor bir rekora doğru gidiyor. Diğer arkadaşları büzüşüp onu seyrediyor yorgun kollarıyla onlarda nasıl sırayı keseceklerini kara kara düşünüyor. O ise zafer kazanmışçasına onlara gülümsüyor. Kafasını her arkaya çevirdiğinde bisküvi sıralarına uzanan sünen arkadaşlarını gördükçe oysa her birinin önüne gelen sıra aynı sıra idi. Fakat bu yörük kızı sanki rüzgar oluyor savruluyor, gürlüyor, esiyor kendi sırasını da önüne de gelmeden kesiyor. Üzerindeki işçi önlüğü değil sanki gri yeleli pelerin kollarını aslan pençesi gibi açınca o kımıldamayan bedeni kımıldıyor. Güç onun elbisesi içine hapsoluyor işin başlangıcında da sonunda da aynı performansı gösteriyor.
O yörük çadırlarından kilim desenli kıl dokumaların arasından sarı keçililer yörükler yaylasından güneşe, dağa, kırlara, yaylaya, keçiye, kuzuya, koyuna meydan okumuş yörük kızını gelen iki sıra bisküvi mi korkutacaktı? Kesemez miydi? Elbette keserdi. O şimdi yörüklük hırkasını üstünde birde iş önlüğünü geçirmiş yörüklük damarı tam kollarının içinden de hız şeklinde de akıyordu. Elinin parmaklarını her açıp kapadığında her yakalamak için sırasını tıpkı bir kelebek gibi bisküviye hafif dokunuyor, kartal kanatları gibi kollarını açıyor, topluyordu. Yüzü de kırmızı pembe sarı her renge boyanıyordu. Gülümserken de çökük gamzesine Hindistan cevizin bin bir aromalı kokusunu dolduruyordu. Dolaysıyla onun çalışkanlığını iş görüşündeki bedenini nasıl biçimlendirdiğini onun çalışmaktan hoşlanan yapısını da herkes de görebilirlerdi. Onun çalışma hızını çalışkanlığını çözmeye çalışanlar onun yüzünü aydınlatan içinden gelen yörük soyunu da görebilirdi. Ondan daha hızlı yürüyen işçiman iş gören kıvrak çalışkan birini de görmek mümkün değildi. Onun gibi çalışmaya özentili olanlar onun gibi kollarını açıyor bacaklarını onun gibi biçimlendiriyor. Dik duruyor omuzlarını kaldırıyor. Gözlerine tıpkı onun gözlerindeki ışığı yerleştiriyor lakin olmuyor başaramıyor. Onun gibi üstün başarı gösteremiyor. Onun sıraları arkaya gidiyor kendi yüzünü ağartamıyor.
Yörük soyu oldum olası çalışkan insanlardır. Başlarında taç yaptıkları fesleriyle üç katlı entarileriyle önlerine bağladıkları uzun öncekleriyle de güneyin Toroslarından da çıkıp gelmişlerdi. Koyun keçi kırkar yünlerini kirmanda eğirir. Dokuma ıstarını beş dakika da çözer kurar dokurlardı. Keçi kılından ördükleri kenarları yol yol yollukları vardı. Keçi kılının ak kara sarı renkleriyle çuval, harar, heybe ve bellerine sardıkları kuşakları, kendi hayat ve yaşam tarzlarını yansıtan motif ve desenlerle içeren eşyaları vardı. Kilimlerine işledikleri sarı güller, çapraz desenler, semboller onlara melun melun bakan keçi gözlerinin resmi miydi? Sabah kuşlukta dağlara vurulan keçilerin çıkardığı sesler çanların sesine karışan çobanın sesi ayrıca dağların kırların kartpostallık manzarası gözlerinin önüne serilen doğanın resimleri miydi?
Onun evinin tam ortasında da keçi kılı dokuma bir keçe bulunuyordu.
Ne mutlu yörük kızı olanlara, ne mutlu onu karnında taşıyan analara, ne mutlu o kanı taşıyanlara, ne mutlu böyle çalışkan özverili bir kişiyi tanıyana, onun yanında ikinciliği oynamaya. Arkadaşım kırmızı yanaklı küçük kiraz dudaklı inci gibi düzgün dişli ince tüylü kısa boylu, alnı geniş ve parlaktı. Onun yörüklere özgü nitelikleri hemen hemen hepsi de onda mevcuttu. Gözleri bakışları da ıslak bir menekşeye benzerdi ki zira adı da Menekşe idi. Öyle iri bir yapıya da sahip değildi minyon tipli lakin bedenine verdiği hızdan olsa gerek hafifçe gergin duruyordu. O içini dolduran çalışma isteği hırsı onu öylede bir gerginleştirmiş, genişletmiş zannedersiniz ki o şimdiden anaç bir tavuk. Yavruları varmış da onları beslemeyi amaçlar. Onları beslemek için bu zırhı giyinmiş. Öylede bir duruş ve pozisyonda.
Ben de soyuma küsmüyorum. Neden bende bu kandan yok? Diye. Bakıyorum o öyle yaratılmış ben böyle yaratılmışım.
https://yazarimben1.blogspot.com.tr/
Onun annesi teyzesi de belki bisküvi fırınları arasında bedenlerini bir at gibi koşturmuşlardı, pek çok kez de omuz omuz birlikte sıra kesmişlerdi. Sonrada işlerinden kazandıklarını bir edip hep birlikte çorbaya kaşık sallamışlardı. Şimdi kendisi ne yapacaktı? O da tıpkı annesi ve teyzesinin yaptığını yapacaktı. Kendisi on yedi yaşındaydı. Gençti. Bu yüzden atalarının gittiği yoldan gidiyor fakat daha hızlı işi öğreniyor. Kollarını daha hızlı sallıyor. Bisküviyi sıralarını adeta yalıyor yutuyor. Tıpkı iple keser gibi fırın ile makinanın arasını yarıyordu. Her bir bisküvi onun elinde bitiyor. Bisküvi yetişmiyor az duruyor tekrar sıranın kendi önüne gelmesini bekliyor. Tekrar hızla elini kolunu sıralara doğru sallıyor. Birinin bu kızı durdurması gerek. Yoksa ulaşılması zor bir rekora doğru gidiyor. Diğer arkadaşları büzüşüp onu seyrediyor yorgun kollarıyla onlarda nasıl sırayı keseceklerini kara kara düşünüyor. O ise zafer kazanmışçasına onlara gülümsüyor. Kafasını her arkaya çevirdiğinde bisküvi sıralarına uzanan sünen arkadaşlarını gördükçe oysa her birinin önüne gelen sıra aynı sıra idi. Fakat bu yörük kızı sanki rüzgar oluyor savruluyor, gürlüyor, esiyor kendi sırasını da önüne de gelmeden kesiyor. Üzerindeki işçi önlüğü değil sanki gri yeleli pelerin kollarını aslan pençesi gibi açınca o kımıldamayan bedeni kımıldıyor. Güç onun elbisesi içine hapsoluyor işin başlangıcında da sonunda da aynı performansı gösteriyor.
O yörük çadırlarından kilim desenli kıl dokumaların arasından sarı keçililer yörükler yaylasından güneşe, dağa, kırlara, yaylaya, keçiye, kuzuya, koyuna meydan okumuş yörük kızını gelen iki sıra bisküvi mi korkutacaktı? Kesemez miydi? Elbette keserdi. O şimdi yörüklük hırkasını üstünde birde iş önlüğünü geçirmiş yörüklük damarı tam kollarının içinden de hız şeklinde de akıyordu. Elinin parmaklarını her açıp kapadığında her yakalamak için sırasını tıpkı bir kelebek gibi bisküviye hafif dokunuyor, kartal kanatları gibi kollarını açıyor, topluyordu. Yüzü de kırmızı pembe sarı her renge boyanıyordu. Gülümserken de çökük gamzesine Hindistan cevizin bin bir aromalı kokusunu dolduruyordu. Dolaysıyla onun çalışkanlığını iş görüşündeki bedenini nasıl biçimlendirdiğini onun çalışmaktan hoşlanan yapısını da herkes de görebilirlerdi. Onun çalışma hızını çalışkanlığını çözmeye çalışanlar onun yüzünü aydınlatan içinden gelen yörük soyunu da görebilirdi. Ondan daha hızlı yürüyen işçiman iş gören kıvrak çalışkan birini de görmek mümkün değildi. Onun gibi çalışmaya özentili olanlar onun gibi kollarını açıyor bacaklarını onun gibi biçimlendiriyor. Dik duruyor omuzlarını kaldırıyor. Gözlerine tıpkı onun gözlerindeki ışığı yerleştiriyor lakin olmuyor başaramıyor. Onun gibi üstün başarı gösteremiyor. Onun sıraları arkaya gidiyor kendi yüzünü ağartamıyor.
Yörük soyu oldum olası çalışkan insanlardır. Başlarında taç yaptıkları fesleriyle üç katlı entarileriyle önlerine bağladıkları uzun öncekleriyle de güneyin Toroslarından da çıkıp gelmişlerdi. Koyun keçi kırkar yünlerini kirmanda eğirir. Dokuma ıstarını beş dakika da çözer kurar dokurlardı. Keçi kılından ördükleri kenarları yol yol yollukları vardı. Keçi kılının ak kara sarı renkleriyle çuval, harar, heybe ve bellerine sardıkları kuşakları, kendi hayat ve yaşam tarzlarını yansıtan motif ve desenlerle içeren eşyaları vardı. Kilimlerine işledikleri sarı güller, çapraz desenler, semboller onlara melun melun bakan keçi gözlerinin resmi miydi? Sabah kuşlukta dağlara vurulan keçilerin çıkardığı sesler çanların sesine karışan çobanın sesi ayrıca dağların kırların kartpostallık manzarası gözlerinin önüne serilen doğanın resimleri miydi?
Onun evinin tam ortasında da keçi kılı dokuma bir keçe bulunuyordu.
Ne mutlu yörük kızı olanlara, ne mutlu onu karnında taşıyan analara, ne mutlu o kanı taşıyanlara, ne mutlu böyle çalışkan özverili bir kişiyi tanıyana, onun yanında ikinciliği oynamaya. Arkadaşım kırmızı yanaklı küçük kiraz dudaklı inci gibi düzgün dişli ince tüylü kısa boylu, alnı geniş ve parlaktı. Onun yörüklere özgü nitelikleri hemen hemen hepsi de onda mevcuttu. Gözleri bakışları da ıslak bir menekşeye benzerdi ki zira adı da Menekşe idi. Öyle iri bir yapıya da sahip değildi minyon tipli lakin bedenine verdiği hızdan olsa gerek hafifçe gergin duruyordu. O içini dolduran çalışma isteği hırsı onu öylede bir gerginleştirmiş, genişletmiş zannedersiniz ki o şimdiden anaç bir tavuk. Yavruları varmış da onları beslemeyi amaçlar. Onları beslemek için bu zırhı giyinmiş. Öylede bir duruş ve pozisyonda.
Ben de soyuma küsmüyorum. Neden bende bu kandan yok? Diye. Bakıyorum o öyle yaratılmış ben böyle yaratılmışım.
https://yazarimben1.blogspot.com.tr/